9 Aralık 2007 Pazar

Âdem'in Yaratılması

Yaratılış Öyküsü

Kutsal kitaplarda bulunan ve çoğu kez evrim kuramına rakip görülen yaratılış öyküsü, insanın topraktan yaratılmasını anlatır. Rakip görülmesinin sebebi, öyküde anlatılan olayın bire bir yorumlanmasından kaynaklanır. Halbuki bu öyküye de müteşabihlik gözlüğüyle bakınca, buradan birçok ders çıkarılır. Hz.Abdülbaha’nın “Diğer manaları çıkarmak için artık siz kendiniz düşünün...”[i] sözünden cesaret alarak bu öyküden anlam çıkaracağım.
Yaratılış öyküsünde Âdem’in topraktan yaratıldığı söylenir.[ii] Zaten Âdem’e Âdem denmesinin sebebi de topraktır. İbranicede “Adama” toprak demektir. Öyleyse “insanı topraktan yaratmak”, “insanı insandan yaratmak” anlamına da gelebilir; çünkü insan ile toprak birdir. Ayrıca toprak bütün elementlerin kaynağı olarak görülür. İnsanın yalnızca DNA’sını ele alalım. DNA’da karbon, azot, hidrojen, oksijen, fosfor bulunmaktadır ve bunların ana kaynağı topraktır. İnsanda bulunan, bütün moleküllerin ana kaynağı da topraktır. Bu bağlamda bakınca insan gibi bütün canlılar da topraktan yaratılmış denebilir; ama insanı hayvandan ayıran bizim burnumuza yaşam soluğunun üflenmesidir.[iii] Ruh, sözcük anlamı olarak soluk demektir, öyleyse burada geçen yaşam soluğundan kasıt da ruhtur. Peki ya hayvanların ve bitkilerin ruhuna ne demeli? Tanrı insanı yaratmadan önce, öbür canlıları yaratır.[iv] Sıra insana gelince onu kendi suretinde yaratır.[v] Öyleyse bizi hayvandan ayıran, Tanrı suretinde yaratılmamızdır.
Buraya kadar Âdem’i, insanın bedeni olarak yorumladık. Hz.Abdülbaha’nın bir yorumuna göre Âdem’den kasıt insanın ruhudur.[vi] Konuyu bu yönde değerlendirecek olursak bambaşka bir anlam bulur. Bu durumda insan ruhu ile toprak, bir tutulmuştur. Toprak her ne kadar tüm zenginliklerin kaynağı da olsa son derece alçakgönüllüdür. Tüm varlıklara yaşam verirken, tüm varlıkların ayağının altında ezilir. İnsan ruhu da özünde çok büyük bir potansiyele sahipken alçakgönüllü olmalıdır. Doğası gereği yaratmak ister; sanatı kullanır; ama toprak uygunsuz koşullarda yaşam vermemeye başlar; işlenmesi gerekir, ıslah edilmesi, sulanması gerekir. İnsan ruhu da böyledir; terbiye eksikliğinde ruh, potansiyellerini açığa çıkaramaz; dua ile beslenmezse, yaratıcılık özelliğini yitirir.
Öykünün devamında Tanrı, doğuda Aden’e bir bahçe diker ve yarattığı Âdem’i oraya koyar. Aden bahçesi, sözcük anlamı olarak “Cennet” demektir; çünkü cennet sözcüğü İbranicedeki ganeden (aden bahçesi) sözcüğünden türetilmiştir. Peki Aden ne demektir? Sümercede, bozkır, çöl, arsa anlamına gelir. Öyleyse Tanrı, boş bir yere bir cennet, güzel bir bahçe kurar. Burada Âdem için meyve veren ağaçlar verir, onun önüne maddi ve dünyevi zevkleri, nimetleri koyar, onlardan sorumlu tutar; ama kimi yasalar da getirir. Hangi nimetten yararlanabileceğini ve hangi nimetlerden uzak durması gerektiğini anlatır ona: "Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin... Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün." Burada kendimizi Âdem’in yerine koymamız gerekir. Bizim de, onun gibi, önümüzdeki dünyevi zevkleri kullanmamız için sınırlar vardır. Her istediğimizi her zaman yapamayız. Evet, maddi dünya çok çekicidir; ama bu çekicilik, bize onlara sahip olma hakkını vermez. Tanrı bizim için sınırlar çizmiş, yasalar göndermiştir. Bunların dışına çıkmamamız gerekir. İşte bu koşullar altında biz cenneti, yeryüzünde yaşarız; çünkü cennet, Tanrıya yakın olmaktır; ona yakın olmak, ona itaat etmektir.
Tanrı, Âdem’den önce yarattığı bütün canlıları getirip Âdem’e sunar ve bu canlılara ad verme işini ona bırakır.[vii] Bu ifade gerçeğe ne kadar da yakındır. Bütün canlılara ad veren de zaten insan değil midir? Bilim hiç durmadan her şeye ad koymaya çalışır. Bunu bitki ve hayvanlar olarak da düşünebiliriz ki buna taksonomi denir, daha ufak birimler olarak da düşünebiliriz. Sözgelimi, enzim, DNA, gen, vitamin, atom, elektron, ışık... Tanrı dolaylı yoldan “Ben yarattım; ama sen ne dersen o, öyle anılacak.” der. Öyleyse Tanrı bize çok büyük bir sorumluluk yüklemiştir; çünkü bir şeye ad ve san vermek, onun uzun süre, belki de sonsuza dek, üzerinde taşıyacağı bir damga taşımasına sebep olmak demektir. Bu ad, iyi de olabilir kötü de. Adlar bizim sandığımızdan çok daha önemlidir; çünkü adlar, önyargıyı tetikler. Bu önyargı olumlu da olabilir, olumsuz da. Unutulmaması gereken, prestijin de bir önyargı olduğudur.
Tanrı daha sonra kadını yaratır.[viii] Dini metinlerde geçen kadın ifadesi, insanın nefsidir.[ix] Burada da insan nefsinin insan ruhuyla bir bütün olduğunu görüyoruz. İnsan ruhu ve nefsini ayıramayız; nefis, ruhun kaburgası gibidir. Öyküye göre Âdem ile karısı çıplaklardı; ama utanç nedir bilmiyorlardı.[x] Ne de olsa “ilk günah” henüz işlenmemişti. İnsan ruhu ve nefsi de Tanrının koyduğu sınırlar içinde yaşayıp maddi zevklere kapılmadıkları sürece utanç nedir bilmezler; çünkü Yaratanlarına itaat ederler ve ne yapılması gerekirse onu yapar, ne yapılmaması gerekirse onu yapmazlar. Öykünün bu bölümü ayrıca toplum tarafından utanç verici kabul edilen birçok durumun, özünde utanç kaynağı olmadığına da kanıt teşkil eder. Sözgelimi çıplaklık. Niyet temizliği, zihnin iffeti sağlanırsa çıplak olmak ayıp olmayacaktır. İnsanın çıplaklığı ayıp görmesinin sebebi Tanrının yasalarına itaat eksikliğidir. Bu yasalar yalnızca çalma, çırpma ile ilgili değil; gözün iffeti, zihnin ve niyetin temizliğini de içerir. Her ne kadar zihnin temizliğinin eksik olmasından dolayı kişi cezaya çarptırılmasa da bu kural, ilke, ne denirse densin, vardır. Çıplaklığa bir de başka yönden yaklaşalım; “bir olayı tüm çıplaklığıyla gözler önüne serme” sözündeki anlamıyla. Utanç da diyelim ki hoş olmayan duygular olsun ve biz meşveret hükmüne itaat edelim. Böyle bir durumda her şey gözler önüne serilir, açık ve cesurca konuşulur, her konu rahatlıkla ele alınır; ama meşveret hükmüne uyulursa utancın izdüşümü kötü duygular, sözgelimi öfke, kıskançlık, gücenme gibi duygular nedir bilinmez.
İnsanın topraktan yaratılması, insan bedenindeki atomlar; toprağın topraktan yaratılması, toprağın kendisindeki dönüşümler; insanın insandan yaratılması, üreme; toprağın da insandan yaratılmış olması, ölü bedenin toprağa geri dönmesi olarak yorumlanabilir. Bu olguya özdeksel yaklaşırsak doğadaki madde döngüsünü, ruhani olarak yaklaşırsak, toplumdaki dinamikleri görürüz. “İşte Tevrat'ta anlatılan Hazreti Âdem hikâyesinin ifade ettiği manalardan biri budur. Diğer manaları çıkarmak için artık siz kendiniz düşünün. Selam üzerinize olsun!”

Kerem Onat



[i] Hz.Abdülbaha, Mufavezat, Bölüm XXX
[ii] Tevrat, Yaratılış 2:7
[iii] A.g.y.
[iv] Tevrat, Yaratılış 1:20-25
[v] Tevrat, Yaratılış 1:26, 1:27
[vi] Hz.Abdülbaha, Mufavezat, Bölüm XXX
[vii] Tevrat, Yaratılış 2:19
[viii] Tevrat, Yaratılış 2:22
[ix] Hz.Abdülbaha, Mufavezat, Bölüm XXX
[x] Tevrat, Yaratılış 2:25

8 Aralık 2007 Cumartesi

Nevvab

Nevvab – Asiye Hanım

Asiye Hanımın doğumundan, Hz.Bahaullah ile evlenmesine kadar geçen süre ile ilgili bir bilgimiz yok. Babası Mirza İsmail Vezir-i Yalduri’dir. Mirza İsmail’e ayrıca Nevvab da denirdi. Dolayısıyla da Kızı Asiye’ye Nevvab adının dişil versiyonu olan “Nevvabe” denilirdi; ama Hz.Bahaullah, levihlerin bu adın eril versiyonu olan “Nevvab”ı kullanmıştır. Asiye Hanıma ayrıca Türkçe “Büyük Hanım” da denilirdi.

Asiye Hanım, yaşamının son döneminde sağlık sorunları ile boğuşuyordu. Hastalığının sebebi tespit edilemiyordu. Son yaklaşırken Hz.Bahaullah onu Abud’un evinde ziyaret etti. Son nefesine verirken, onun başucunda idi.
Hz.Bahaullah, Asiye Hanımı Tanrının rızası konusunda temin eder. Beyan testisinden seçkin kabul şarabını içtiğine, Rabbinin yolunda sabır ile tahammül gösterdiğine, Tanrıya, Tanrının Kitaplarına, Yalvaçlarına ve Onun İradesinin Göğünden her ne indirildiyse ona sebatla inandığına tanıklık eder. Ona, en ulu yaprak adıyla hitap eder ve ölümünün sebep olduğu hüznün, gün ışığını gece karanlığına çevirdiğini, sevinci üzüntüye dönüştürdüğünü ve Kaimin, kurban ettiği kimse için tuttuğu matem dolayısıyla tüm dünyanın kedere boğulduğunu belirtir.
Aşağıda sizi, Asiye Hanım ile ilgili olarak yazılmış alıntılarla baş başa bırakıyorum:

“Çadırının alanını genişlet, perdelerini uzat, çekinme. Gergi iplerini de uzat, kazıklarını sağlamlaştır. Çünkü sağa sola yayılacaksınız, soyundan gelenler ulusları mülk edinecek... Çünkü kocan, seni yaratandır. Onun adı Her Şeye Egemen Rabdir, İsrail’in Kutsalıdır seni kurtaran. Ona bütün dünyanın Tanrısı denir.” (Yeşaya 54:2-3, 5)

“Bu aynı yere, ve en saf dalın defnedildiği günde, annesi (Hz.Abdülbaha’nın bir levihte doğruladığı gibi), korkunç belalarına İşaya Kitabının 54. bölümünde bütünüyle tanıklık edilen, o nebinin sözleriyle, ‘Kocası, Her Şeye Egemen Rab’ olan, ‘soyundan gelenlerin ulusları mülk edineceği’ ve levhinde Hz.Bahaullah’ın ‘Onun Âlemlerinden her birinde Onun dostu’ olmak üzere belirtilmiş, kutsal Nevvab’ın bedeni de taşındı.” (Şevki Efendi)

“Onun sürgününü paylaşanlar arasından, yaklaşık kırk yıl boyunca, ona ölümünün ardından eşsiz bir hediye olarak Rabbinin kaleminden, Onun ‘Âlemlerinden her birinde daimi dostu’ olmayı kazandıran bir metanet, dindarlık, adanmışlık ve asalet gösteren eşi kutsal Nevvab’a, Hz.Bahaullah tarafından ‘en ulu yaprak’ olma hakkı verildi.” (Şevki Efendi)

“Hz.Abdülbaha’nın annesi en ulu yaprak ile ilgili olarak, Hz. Bahaullah şöyle yazdı: ‘Tüm ruhların izhar olduğu ilk Ruh, ve tüm ışıkların saçıldığı ilk Işık üzerine olsun, ey en ulu yaprak, sen kızıl kitapta zikredilensin! Sen, Tanrı tarafından Kendine ve emrinin mazharına ve zuhurunun güneşine ve işaretlerinin doğuş yerine ve emirlerinin kaynağına yükseltmek ve hizmet etmek için yarattığı kimsesin; ve kulları ile cariyelerinin Onun Yüzünden yöne çevirdiği bir sırada, sen bütün varlığınla Ona yöneldin... Ne mutlu sana, ey benim cariyem, ve yaprağım ve kitabımda zikredilen, ve yüce kalemim ile tomarlarıma ve levihlerime kazınan... İmdi en ulu makamda ve en yüksek cennette ve ebha ufkunda sevin, zira İsimler Rabbi seni zikretti. Senin tüm hayırlı şeylere sahip olduğuna, ve Tanrının seni yücelttiğine, şan ve şerefin seni çevrelediğine tanıklık ederiz.” (Bahaullah)

“Ey Sadıklar! Azametli birlikteliğe yükselen en kutsal yaprağın mezarını ziyaret ederseniz ayakta durun ve söyleyin:
Selam, salat ve baha üzerine olsun, ey Sidretü’l-Münteha’dan filizlenen kutsal yaprak! Senin, Tanrıya ve Onun işaretlerine inandığına ve Onun ipine sıkıca tutunduğuna, Onun rahmet eteğine yapıştığına, Onun yolunda evini terk ettiğine, Onun huzuru için sevgisiz ve Ona hizmet etme arzunla bir yabancı gibi yaşamayı seçtiğine tanıklık ederim. Tanrı, sana yakın gelene ve seni, kalemimin bu en büyük makamda dile getirdikleriyle anana rahmet etsin. Tanrıya dua ederiz ki bizi affetsin ve sana yönelenleri affetsin ve onların arzularını bahşetsin ve eşsiz rahmeti ile, dilekleri ne olursa olsun, üzerine versin. O, gerçekten, Kerimdir, Cömerttir. Âlemlerin Arzusu ve Onu tanıyanların mahbubu olan Tanrıya hamt olsun.” (Bahaullah)

Bu yazıda paylaşılan yazılar İngilizce kaynaklardan derlenmiş olup tümü onaysız çeviridir.

Cehennem

Cehennem

Cehennem[1]: Din inanışına göre, kötülük yapanların öldükten sonra ceza gördükleri yer; tamu.[2] Bütün ümmetlerin gitmekten korktukları cehennem; Tanrının, ayetleri inkâr edip onlarla alay edenleri yollamak ile tehdit ettiği cehennem.[3] Kimileri kendileri gitmemek için bin bir sevap işleme derdine girer, kimileri ise başkalarını cehenneme yollamak için ah eder. Binlerce yıldır birçok insanın zoraki iyi işler yapmasının tek sebebidir cehennem. Bu nedenle de varlığından korksak mı; yoksa var olduğu için şükretsek mi bilinmez. Kaç kişinin çıkıp “Acep neyle tehdit ediliyoruz?” diye sorduğu da meçhul.
Cehennem, (Tevrat’tan anladığımız kadarıyla) Hz.Musa döneminde Kudüs’ün yakınlarındaki çöplüktür: “Sonra Ben-Hinnom Vadisinden geçerek Yevus Kentinin –Yeruşalim’in- güney sırtlarına çıkıyor, buradan Refaim Vadisinin kuzey ucunda bulunan Hinnom Vadisinin batısındaki dağın doruğuna yükseliyor.”[4] Bir kaynağa göre cehennem, “...kirli kemikler, leş ve diğer pisliklerin yakılmasından ötürü içinde ateşin hiç sönmediği, Kutsal Evin yakınlarındaki bir hendekten başka bir şey değildir.”[5] Burada Molek[6]’e kurbanlar sunulurdu; ama her zamanki gibi insanlar, kendi kendilerine gelin güvey olmuşlardı. Bundan ötürü Tevrat’ta bir serzeniş vardır: “Oğullarını, kızlarını ateşte kurban etmek için Ben-Hinnom Vadisinde, Tofet’te puta tapılan yerler kurdular. Böyle bir şey ne buyurdum ne de aklımdan geçirdim. Bundan ötürü oraya artık Tofet ya da Ben-Hinnom Vadisi değil, Kıyım Vadisi deneceği günler geliyor, diyor Rab. Tofet’te yer kalmayana dek gömecekler ölüleri.”[7]; ama bir süre sonra “Yoşiya, kimse oğlunu ya da kızını ilah Molek için ateşte kurban etmesin diye, Ben-Hinnom Vadisindeki Tofet[8]’i kirletti.”[9] Bir süre sonra işin içine Tanrı girdi; krallar da bu ateşten paylarını aldı: “Tofet çoktan hazırlandı. Evet, kral için hazırlandı. Geniş ve yüksektir odun yığını; ateşi, odunu boldur. Rab kızgın kükürt selini andıran soluğuyla tutuşturacak onu.”[10] “Bunun ardından bu yer, Kudüs kentinin çöplüğü olarak kullanılmaya başladı. Bedenlerin cezalandırıldığı bu yer, (insanlarda yarattığı korkudan olsa gerek) bir süre sonra ruhların cezalandırıldığı yer olarak kutsal kitaplarda karşımıza çıkıyor. Bundan sonra bu sözcük, ne yazık ki, benzeti özelliğini yitirip insanların kâbusu oluyor.
Cehennem sözcüğü, Bahai kaynaklarında da çok kez anılmıştır. Bu kez karşımıza yepyeni bir cehennem kavramı ortaya çıkmış, Tevrat’tan sonra mekân ile eğretileme arasında kaybolan cehennem, artık âdeta net bir tanım kazanmıştır. Hz.Bahaullah, “Dedi; ‘Cennet ve cehennem nerede?’ De; Birincisi Benim mülakatım ve ikincisi senin nefsin, ey Tanrıya ortak koşan şüpheci…”[11] buyurmuştur. Tanrıyı tanımayanlar, kendi kendilerini mutlak yokluk ve cehennem ateşinden başka bir şey olmayan uzaklık sefaletine mahkûm etmişlerdir.[12] Bundan sonra “Cehennemin kökü, Tanrı ayetlerini yalanlamak, Onun katından inenle savaşmak, Tanrıya karşı böbürlenmektir.”[13]
Görüldüğü gibi, Tanrıdan uzak olmak ve bizim nefsimiz, eskiden putlar uğruna insanların kurban edildiği, leşlerin yakıldığı, ateşin hiç sönmediği bir vadiye benzetilmiş. Anlamlarını yitiren kavramların ifadesiz kaldığını, bundan dolayı da Tanrı sözlerindeki anlamı sığlaştırdığını göz önünde bulundurursak, merkezi şahsiyetlerden birinin kaleminden dökülen cehennem sözcüğünü bundan sonra gördüğümüzde, üstte anlatılan tarihçeyi aklımıza getirmek, belki de yepyeni anlayışlar açığa çıkaracaktır. Hepimize yeni fark edişler dilerim.
Kerem Onat

[1] Arapça “Cehennem” < İbranice “Gehinnom (Ge-hinnom: Gözyaşı vadisi) < gey-ben-hinnom”
[2] Türkçe Sözlük, Dil Derneği, 2.Basım
[3] Krş. İkan Kitabı, Hz.Bahaullah 3. Baskı İstanbul 1996 S:123
[4] Yeşu 15:8
[5] The Kuzari, Yudah Halevi, 2003, P.115 S:65
[6] Eskiden Ortadoğu’da tapınılan bir put.
[7] Yeremya 7:31-32
[8] Güney Kudüs’te Molek’e insan kurbanların adandığı Ben-Hinnom Vadisinde bir yer.
[9] 2. Krallar 23:10
[10] Yeşaya 30:33
[11] İşrakat levhi,
[12] Krş. Bahaullah’ın Sesi P.29
[13] Her Şeyin Başı Levhi

Cehennemi görmek için lütfen bağlantıya tıklayınız: http://www.youtube.com/watch?v=P_sZ03VjXLQ

Doğa ve İnsan

Doğa ve İnsan
Hz.Abdülbaha, insanları "doğanın efendisi" olarak betimler. Bu savını açıklamak için de insan ve doğa arasındaki farklara değinir. Bunlar şöyle özetlenebilir: Doğa eylemsizdir; ama, insan ilerleyen, gelişen bir varlıktır. Doğada bilinç yoktur; ama insan bilinçle donanmıştır. Doğada irade yoktur; ama insanda güçlü bir irade vardır. Doğa, gerçeklik gizemlerini açığa çıkaramazken, insan bunu yapabilir. Doğa, Tanrı'dan habersizdir; ama insan O'nu bilir. İnsanlar tanrısal erdemlerini elde edebilirken, doğa bunu yapamaz. İnsan, ayıp davranışlardan isterse kurtulur; ama doğa kendi içgüdülerinin etkisinden kurtulamaz. Bütün bunları bir arada düşünürsek insanın, doğadan daha üstün, daha öte bir varlık olduğu görülür; kaldı ki, kutsal kaynaklı yazılarda, her aşamadaki varlığın, kendinden bir alt aşamada bulunan varlıkların özelliklerini içerdiğinden ve de doğadaki her varlığa sıfatlarından birini bağışlamış olan Tanrının, insana tüm sıfatlarını bağışlamış bulunduğundan söz edilir. Ve buyrulur ki: "Biz, fazla fazla verdiklerimizden fazla fazla isteriz.” Öyleyse kendisine doğadaki varlıklarda bulunan sıfatların her biri ve yanı sıra onlardan daha öte bir aşamada olmasına öncülük eden akıl ve idrak kuvveti verilmiş olan insanın sorumlulukları da daha fazladır.
İnsan bu sorumluluklarının üstesinden gelebilmek için güçlü olmalıdır olmasına, ama bu gücünü doğru bir yolda sarf etmediği müddetçe, kendisine mukadder buyurulan yüksek kaderini yaşayabilecek midir?
Hz.Abdülbaha'ya göre doğa, insan vücuduna benzer olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla içinde bir bütünlük vardır. Her biri havadaki kendisi için gerekli maddeleri kullanırken, bir yandan da başkası için gerekli olan maddeleri oluşturur. Bundan dolayı Hz.Abdülbaha, doğada karşılıklı bir ilişkinin gerekliliğine değinir ve bu karşılıklı ilişkilerin, varlık âleminin bir bütün halindeki sistemi için elzem olduğunu belirtir. Peki sizce biz bu karşılıklı ilişkide artık "Yalnızca kendi ihtiyacını karşılayıp karşısındakine ihtiyacı olanı değil de kendi beğendiklerini dayatan (alan; ama hiç vermeyen)" konumuna gelmedik mi? Yetişkinlerin çocuklarını kendi beğendikleri mesleklere yönlendirmesi, onlara bıraktıkları doğadan kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra eksilenleri yerine koymaması, artlarında kalan maddi mirasların içinde, yetişmesi bir insan ömrü kadar uzun süren bir ağaç dahi dikmemiş olmaları, vs…
Doğaya pek çok kez ibret almak için bakmalıyız. Nitekim kutsal metinlerde de değinildiği üzere Tanrı, doğadaki varlıkları bize ibret olsun diye yarattığından söz eder. Kendimize ait olduğu savını ileri sürdüğümüz, dahası sahip olmakla övündüğümüz nesneler aslında nereye ait? Yediklerimiz, içtiklerimiz, paramız, mücevherlerimiz... Bunların tümü gerçekten de bize ait değiller. Bizler, Tanrının her bir nimeti tamamladıktan sonra insanı yarattığı bir âleme sahip çıkmakla, onu keyfimizce kullanma hakkına sahip olduğumuzu iddia etmiş olmuyor muyuz? Onun, her bir yaprağı bile ayrı bir itina ile yarattığı şu âleme bir baktığımızda, bu güzellikler adına övünmesi gerekenin insan olmadığını görebiliriz. Tüm bu nimetleri kullanma hakkımız, onları Tanrı'yla kendi aramıza soktuğumuz yerde birer perde haline gelmektedir âdeta! Belki de bizler, bize "emanet" edilmiş olan güzellikleri koruyabildiğimiz noktada övünülecek işler yaptığımızı düşünsek bile, aslında bize mukadder buyurulmuş yüksek kaderimizi yaşatacak görevleri yerine getirmiş sayılmaz mıyız?
Peki, bize bu kadar cömert davranan doğaya karşı biz nasıl bir tutum sergiliyoruz? Ağaçlardaki tüm meyveler bizim, tarladaki tüm bitkiler bizim, denizdeki ve karadaki tüm hayvanlar bizim. Önümüze gelen her şeyi yediğimizin farkında mıyız? Doğadaki her şey bizim için yaratılmış olabilir; ama bu her şeyi yememiz gerektiği anlamına gelir mi? Hz.Abdülbaha bize "tahıl, meyve, yağ; badem ve antepfıstığı gibi kuruyemişler" yememizin yeterli olacağını söylerken biz, dişimizi geçirebildiğimiz her şeyi yiyoruz. Peki ne oldu bizim eskilerden gelen terbiyemize? Ne oldu o av çemberinde kalan hayvanlardan bir kaçının kaçmasına göz yuman ya da meyve ağacında mutlaka birkaç meyve kalmasına dikkat eden, keseceği ağaçtan özür dileyen insanlara? Her doğan çocuğu için birkaç tane kavak ağacı diken insanlar neredeler şimdi? Demiyor mu ki Hz.Musa: "Yarın dünyanın yerle bir olacağını bilsem, bugün bir ağaç dikerdim yeryüzüne." İnsanlar, ortada daha "ekoloji" diye bir kavram yokken böyle yaşıyorlardı. Şimdi eğitim daha ileri iken doğaya karşı daha acımasız davranıyoruz. Hz. Şevki Efendi, doğa kaynaklarının korunumu için çalışan kurumların amaçlarını "soylu amaç" olarak nitelendirmektedir. Ayrıca Yüce Adalet Evi'nin görevleri arasında "Dünyanın geliştirilmesi ve ıslah edilmesi"nin de sayılıyor olması ilginçtir. Ya da Hz.Bahaullah'ın o çok özlediği doğaya her fırsatta giderek uzun yürüyüşler yapması ve şehirleri insan vücuduna benzetirken, doğayı insan ruhu olarak tanımlaması; ilginç olmanın yanı sıra, aslında bize bir mesaj vermektedir….
Doğaya olan saygımızın yavaş yavaş yitmesinin sebebi belki de onu yeterince tanımıyor olmamızdır. Onda yatan gizemleri, ondaki görkemi ve harika düzeni anladıkça, tanıdıkça onu sevmemek ve onun için kaygılanmamak mümkün değildir. Evet; güçlüyüz ve pek çok yetenekle donanmış durumdayız; ama "...hangi eylem olursa olsun, isterse insanlık için en hayırlı bir araç olsun, kötü kullanıma açıktır. Onun doğru kullanımı veya suiistimali, halkın düşüncesinin önderlerinin aydınlanma, kapasite, inanç, dürüstlük, adanmışlık ve yüce gönüllüğünün değişik düzeylerine bağlı” ise eğer, Hz.İsa'nın buyurduğu gibi, eğer erdemli bir insan haline gelmek istiyorsak, yeniden çocuk ruhuna geri dönerek devam etmeliyiz belki de bu evrendeki yolculuğumuza; “onlar kadar saf, fakat bilinçli, onlar kadar dürüst, fakat hikmetli ve onlar kadar iyi niyetli, fakat kendini nefsin kötü telkinlerine karşı koruyacak kadar kendinin farkında olan…."

Tanya Çelebi, Kerem Onat

Öfke

Öfke

Ben ne bir psikoloğum ne de psikiyatr; buna karşın bu konudaki görüşlerimi paylaşmak istiyorum. Her insan ömründe bir çok kez öfkelenmiştir, ne ilginçtir ki öfkelenen insan kendini hep haklı sanmayı sürdürür; çünkü öfke insanın sağlıklı düşünmesine engel olur. “İçlerini korku, öfke, şaşkınlık kapladı ve duygularını köreltti.”[i]
Öfke, yaşamımızı çevrelen olaylar arasında önemli bir yere sahip olan, ancak üzerinde pek durmadığımız bir konudur. Öfke, bizi yalnızca karşı taraftan geldiği zaman rahatsız eder. Peki öfke nedir? Öfkenin kaynağı nedir? Hiç düşündük mü? Bir çok nedeni olsa gerek: Olumsuz düşünceler, elden düşme yargılar, irade eksikliği... ve bir çok insanın bildiği gibi “benlik”. İrade olmadan düşünceler, duygular ve arzular, oluşun içinde başıboş dolaşan serseri kıymıklar gibidir ve iradesiz insan ise çevresindeki olayların insafına kalmış küçük bir parçacıktan ibarettir. Olaylar mıdır bizi öfkelendiren? Genellikle, dış olayların tutumlarımızı koşullandırdığına ve ruh halimizi belirlediğine inanılır. Bir şey olur, birisiyle karşılaşırız veya bir haber alırız; hissettiğimiz huzursuzluk, kaygı, şaşırma gibi psikolojik durumlarımızın, ortaya bu olayın, bu karşılaşmanın, bu haberin etkisi altında veya sonucu olarak çıktığına inanırız. Fotoğrafın bulunuşundan önce, dörtnala koşan bir atın ayak hareketlerinin doğru sırasını, gözden çok daha hızlı hareket ettiği için, belirlemek olanaksızdı. Aynı şekilde, düşünceler, heyecanlar, algılamalar ve duygular, elektronik bir şimşek çakması gibi nöronlarımızın gizemli ormanından neredeyse ışık hızıyla geçtiğinden, ortaya dış olaylarla bağlantılarının zamana bağlı, doğru sıralamasını koymak olanaksız gözükmektedir. Başımıza bir olay geliyor; biz içine düştüğümüz psikolojik durumun ortaya bu olayın sonucu olarak çıktığını düşünüyoruz halbuki sonuçları olaylar (veya koşullar) değil bizim onlara verdiğim tepkiler belirler. Farklı düşünce yapısına sahip iki insanın aynı anda aynı koşullar altındaki duyguları apayrıdır. Suçu olaylara yüklememeliyiz. Bir olay ne iyi ne de kötüdür, yalnızca bir fırsattır. Bizim bakış açımız onu iyi veya kötü olarak değerlendirir.
Kültür olarak öfke konusunda kafamız karışık. Aniden direksiyonu önünüze kıran sürücüye işaret yapmanın modaya uygun, haklı bir tarafı olduğu düşünülüyor. Öfke bunaltıcı ve yaygın sonuçlar doğurabiliyor. Öfke, saldırganlıktan çok, bir çalışma arkadaşının hissettiği yakıcı hayal kırıklığı ve içerlemeyle kalakalmasına yol açabiliyor. İşe gidip gelmek ya da otomatik bir telefon sistemiyle mücadele etmek gibi gündelik zorluklar bile, kendini stres, düşmanlık, depresyon ya da fiziksel hastalık olarak gösteren bir öfkeye yol açabiliyor. “Gerçek öfke sorunları olan insanların çoğu, düşüncelerini ve duygularını kendi dışlarındaki bir şeyin denetlendiğine inanıyorlar. Bunlar yalnızca çevrelerine tepki verdiklerini düşünüyorlar. Onların, diğer insanların ne yaptıklarından bağımsız olarak içlerinde duygularını düzenleyen bir şey olduğunu öğrenmelerini istiyorum.” diyor Steven Stonsny.
Bir çok insan öfkenin kötü olduğunu söyler, kendimiz de bazen öfkelensek de bazen öfkeli insanlara öğüt vermeye kalkışırız. Ne de olsa fırtınayı pencereden izlemek kolaydır. Yazıyı Hz.Abdülbaha’dan bir söz ile bitirmek istiyorum. Tanrının herkese, herkesin kendine özgü olan ruhani yolunda yürür iken yardımcı olmasını dilerim.

“Her günah tabiatın gereğindir. Tabiatın, cismani hasselerden olan gerekler hayvana nispetle günah değildir, fakat insana nispetle günahtır. Hayvan öfke, şehvet, haset, hırs, tecavüz ve kibirlenme gibi nakiselerin kaynağıdır. Yani bütün kötü huylar hayvanın tabiatındadır. Fakat bu hal hayvana nispetle bir günah teşkil etmez, ama insana nispetle günahtır. Hazreti Âdem, insanın cismani hayatına sebeptir.”[ii]

Kaynaklar: Tanrılar Okulu (Stefano D’Anna), Güncel Psikoloji ve Psikiyatri dergisi.
[i] Şevki Efendi, Bahai Dininin Birinci Yüzyılı
[ii] Abdulbaha, Mufavezat

İnsan

İnsan

Bizim algılayabildiğimiz varlık dünyasında aşamalar vardır. Sözgelimi bir hayvan, ne kadar ilerlerse ilerlesin, görünmez gerçekleri algılayan ve her şeyin içini keşfeden aklın gerçeğini tasavvur edemez; çünkü insan aşaması, hayvan aşamasına nazaran daha üst bir aşamadır. İnsan aşamasını hayvan aşamasından daha üstün yapan, insan dünyasında mineral, bitki ve hayvan özelliklerinin yanı sıra başka şeylerin de bulunuyor olmasıdır. Bunu açıklayabilmek için bu olguya birçok yönden yaklaşılabilir. Konuya bir de “evrim” gözüyle bakalım. İnsan embriyosu başlangıçta acayip bir şekil arz eder, buna karşın her aşamada insan daima ayrı, seçkin bir türdür, daima insandır, hiçbir vakit hayvan olmamıştı. Dolayısıyla şekli değişik de olsa insan yine insandır ve türler arası geçiş gerçekleşmediği için insan, ne maymundan ne de meyve sineğinden gelmiştir. Bu bağlamda evrim sözcüğünün anlamı “İnsan nuftesi başlangıçta acayip bir şekil arz eder.” tümcesinde yatmaktadır. İster çok ileri ister çok ilkel, her canlı geçmişinden izler taşır; zira değişim (bir başka deyişle evrim) bir anda gerçekleşmez. Dinsel metinlerde “insan” olarak kabul edilen zigottan başlayarak, bebeğin doğumuna dek geçen süreyi incelersek bakın neler buluyoruz.
Zigot tek bir hücreden oluşur; dolayısıyla bu tek hücreli insan bu aşamada “terliksi hayvan” gibidir. Ardından, morula[i] evresi gelir. İnsan, bu aşamada koloni olarak yaşayan tek hücreli canlılara benzetilebilir. Sıra blastula[ii] evresine gelmiştir. İnsan, bu aşamada volvoks denilen çok hücreli organizmalara benzer. Sonra gastrula[iii] evresi gelir ve insan artık sölenterler ile benzer özellikler gösterir. Artık insan embriyosunda değişik tabakalar oluşmaya başlar ve bu aşamada insan, deniz yıldızları ile benzer bir döneme girmiştir. Okuyucuyu bunaltmamak için artık daha da hızlı geçiyorum. Embriyoda besin dokusunun gelişmesiyle balıklara ve sürüngenlere, amniyon[iv] boşluğunun oluşmasıyla sürüngenlere ve kuşlara benzedikten sonra plasenta taşımasıyla da memelilere benzer. İnsanın gelişimi, görüldüğü üzere, hayvanların özelliklerini kendisinde içerir, onların geçirdiği gelişim aşamalarını geçirir ve hatta daha fazlasını geçirir. Dolayısıyla insan aşaması, hayvan aşamasına nazaran daha üst bir aşama olarak kabul edilebilir. Dahası bu durum, “İnsan dünyasında mineral, bitki ve hayvan özellikleri mevcuttur.” sözünü de açıklar.
Artık soru şudur: Bunca benzerlik bir yana dursun, bizi insan yapan nedir? Akıl mı? Aynadaki yansımasına saldıran kuşa bakarak, aptal olduğu söyleyebiliriz. Yere yatmadan önce, halının kıllarını ot sandığı için dönüp duran köpeğin aptal olduğunu da söyleyebiliriz. Tabii bunları söylerken kendimizin çok akıllığı olduğunu düşünürüz; oysa insanlar için de benzer durumlar vardır. Sözgelimi bir erkeğin bir kadının fotoğrafına ya da cansız mankenine bakıp sanki gerçekmişçesine cinsel tepki gösterebilmesi gibi... Çok da farklı, çok da akıllı değilmişiz gibi görünüyor. Terbiye mi? “Hayvanlara da bakınız, hayvan terbiye görünce ehli olur.” sözü yeter mi bilmem. Demek ki terbiye değilmiş; zira terbiye görmeyen insan, tabiatın hükmüne bırakılan hayvandan da daha aşağı bir varlık olur. Demek ki insanı yüce kılan şeyler, insanın gerçek süsünü teşkil eden huy ve erdemleridir. Bunlar ise rahmani sünühat[v], semavi bağışlar, vicdani duygular, ilahi sevgi, ilahi bilgi, genel bilgi, akli idrakler, bilimsel keşifler, adalet ve insaf, doğruluk ve iyilik, zati yiğitlik, yaratılıştan gelen cömertlik, hakkı koruma, ahdümisakı muhafaza, her hususta dürüstlük, her işte hakperestlik, kamu çıkarları uğrunda fedakârlık, bütün insan topluluklarına sevgi ve şefkat, Tanrı öğretilerine uygu, Rahmanın Melekutuna hizmet, halkı doğru yola hidayet, ümmet ve milletleri terbiyedir.
Şimdi ise soru şudur: “Ben ne kadar insanım?”

Kerem Onat


Kaynaklar

Hz.Abdülbaha’nın Yazılarından Seçmeler
Bazı Sorulara Cevaplar
Hayvanların Sessiz Dünyası, Marian Stamp Dawkins

[i] Döllenmiş yumurtanın segmentasyonu sırasında oluşan ve hücrelerin dut gibi bir arada bir topluluk teşkil ettiği embriyo safhası.
[ii] Bütün çok hücreli hayvanlarda embriyo gelişmesi sırasında görülen, bir sıra hücre tabakasından oluşan içi bir sıvı ile dolu bir top şeklinde olan, segmentasyon sırasında morula evresinden sonra teşekkül eden, bazen sillerle de çevrili olabilen bir evre.
[iii] Blastuladan sonra oluşan, hücrelerin içeri çökmesiyle ilk bağırsak boşluğunu meydana getiren erken embriyonik safha.
[iv] Amniyonlu hayvanlarda bulunan ve dölütü örten en iç zar.
[v] Sünuhat: Akla, hatıra gelen, içe doğan şeyler.

Yasalara İtaat

Yasalara İtaat

Tüm Bahailer bilir ki Hz.Bahaullah, Bahailerin ülke yasalarına itaat etmelerini birçok yerde buyurmuştur. En Kutsal Kitap her bireye, hükümetine tam olarak itaat etme görevini yükler.1 ve Bahailer, topraklarında yaşadıkları her devlete karşı emanet, sadakat ve samimiyet göstermelidirler.2
Hepimiz bu yasalara öğürüz; peki itaat ediyor muyuz? Evet; çalmıyoruz, çırpmıyoruz; adam öldürmüyor, kundakçılık yapmıyoruz, vergilerimizi ödüyoruz; ama ülkenin yasaları bizim sandığımız gibi yalnızca bunlar ile sınırlı değildir. Belki de daha önce üzerinde düşünmediğimiz ufak tefek yasalar da vardır. Örneğin, kırmızı ışıkta geçmemek, alışveriş yaptıktan sonra fiş almak, korsan kitap, CD ve kasetleri almamak vb. Yasalara itaat hükmünün bu bölümünü yerine ne denli getiriyoruz? Dahası açlıktan ölmek üzere de olsa da en alçak ve değersiz saydığı bir komşunun bile malına el uzatmaması gereken bir Bahai, korsan yayınları satın alırsa Tanrı otağına girip ebedi izzet yurduna yerleşmiş sayılabilir mi? Sizce de bu yasalar Akdes Kitabının her hafta tırnaklarımızı kesmeyi3 veya ayaklarımızı yazın her gün, kışın üç günde bir yıkamamızı emreden4 yasalar gibi ikinci plana atılmıyor mu? Hz. Bahaullah bize “Ölümcül sonuçlar doğurmayacak yasaklara itaat etmek ikinci plandadır” diye bir söz söylememiştir. Çoğumuz akıntıya kapılarak çevremizdeki insanların yaptıklarını ister istemez, fark etmeksizin benimsiyoruz ve günlük yaşantımıza geçiriyoruz; oysa belki de biraz daha bilinçli olup benimsediklerimizin yasalar ile uyum içinde olup olmadığını düşünmemiz gerekir. Yasalara itaatin aslında sandığımızdan daha da geniş bir kapsamı olduğunu göstermek için hassas bir konuya değinmek istiyorum: Dil. “Harf Devrimi 1 Kasım 1928 gün ve 1353 sayılı yasayla yaşama geçmiştir; bu yasayla saptanan yeni Türk abecesinden 29 harf vardır; yasada 29 harfin nasıl okunacağı da belirlenmiştir. Bu devrim yasası, Anayasanın güvencesi altındadır. Bu nedenle başka dillere özenerek “ce”yi “si”, “fe”yi “ef” “he”yi “eyc, aş”, “ke”yi “ka”, “le”yi “el”, “me”yi “em”, “ne”yi “en”, “se”yi “es”, “re”yi “ar”, “te”yi “ti”,”ve”yi “vi” biçimde okumak yanlıştır, Türkçeye ve abece yasasına saygısızlıktır”5. Başka bir deyişle, Anayasaya aykırıdır.
Şimdi ise günümüz gerçeklerine dönelim. DVD’ye “de ve de” desek, “VCD”ye “ve ce de” desek, “CD”ye “ce de”, “PC”ye “pe ce”, “LCD”ye “le ce de” desek gülünç duruma düşeriz, çevremizdekilerin gülümsemesine maruz kalırız, dahası belki de bize cahil derler. Bu tür sözlere maruz kalıp dimdik ayakta durmak için güçlü bir kişilik gerekir; zira böyle sözler gururumuzu incitir. Peki ya bunun sebebi nedir? Elbette ki benlik. Niçin toplum içinde “Yıllarca yurtdışında yaşamış, okumuş” izlenimi oluşturmamız gereksin ki? Bizim için önemli olan nedir; yasalar mı, yoksa toplumdaki beyhude statümüz mü? Evet; Bahai toplumu uluslararası bir toplumdur ve uluslararası iletişime yardımcı olması için ikinci bir dil gerekmektedir; ama bu demek değildir ki dünyanın bütün dilleri İngilizcenin kurallarına göre biçimlenmeli. Her dilin kendisine özgü kuralları vardır. Gerekirse, İngilizce konuşurken de İngilizcenin kurallarına göre konuşuruz olur biter. İçinde bulunduğumuz toplumun değerlerine de saygı göstermemiz ve korumamız gerekir, içinde bulunduğumuz toplum bunu yapmasa bile. İleride sınırların kalkmasının ardından çeşitlilik içinde birliği sağlamak için ortada bir çeşitliliğin bulunması gerekiyor. Kanımca her Bahainin üzerine düşen görevlerden biri de içinde yaşadığı kültürü (gelenekleri, yerel sanatı, yerel dili) diri tutmak ve bu kültürün bütün iyi yönlerinin gelişmesini sağlamaktır; aksi takdirde ortada “çeşitlilik içinde birliği” sağlayacak bir “çeşit” bulunmadığından, ileride kurulacak olan birliğin adı “tekdüzelikte birlik” olur. Bunu yapmak için de işe dilden başlamak gerekir; zira dil, bir kültürü yansıtan en önemli öğedir.
Görüldüğü gibi ülke yasalarına itaat konusu sanıldığından daha karmaşık ve daha derin bir konudur. Herkesi, şöyle ya da böyle işitmiş olduğumuz ve kendimizce itaat etmeye çalıştığımız bu yasa üzerinde düşünmeye davet ediyorum. Peki ben kendi ayıplarımı ne zaman unuttum da başkalarının ayıplarıyla ilgilenmeye başladım? Estağfurullah!

Kerem Onat


1 Krş. En Kutsal Kitap S:14
2 Krş. Hz.Bahaullah’ın Levihler S:24 Beşinci Beşaret
3 Krş. En Kutsal Kitap 106
4 Krş. En Kutsal Kitap 152
5 Krş. Yazım Kılavuzu 6. Basım, Dil Derneği, S: 17