8 Aralık 2007 Cumartesi

Doğa ve İnsan

Doğa ve İnsan
Hz.Abdülbaha, insanları "doğanın efendisi" olarak betimler. Bu savını açıklamak için de insan ve doğa arasındaki farklara değinir. Bunlar şöyle özetlenebilir: Doğa eylemsizdir; ama, insan ilerleyen, gelişen bir varlıktır. Doğada bilinç yoktur; ama insan bilinçle donanmıştır. Doğada irade yoktur; ama insanda güçlü bir irade vardır. Doğa, gerçeklik gizemlerini açığa çıkaramazken, insan bunu yapabilir. Doğa, Tanrı'dan habersizdir; ama insan O'nu bilir. İnsanlar tanrısal erdemlerini elde edebilirken, doğa bunu yapamaz. İnsan, ayıp davranışlardan isterse kurtulur; ama doğa kendi içgüdülerinin etkisinden kurtulamaz. Bütün bunları bir arada düşünürsek insanın, doğadan daha üstün, daha öte bir varlık olduğu görülür; kaldı ki, kutsal kaynaklı yazılarda, her aşamadaki varlığın, kendinden bir alt aşamada bulunan varlıkların özelliklerini içerdiğinden ve de doğadaki her varlığa sıfatlarından birini bağışlamış olan Tanrının, insana tüm sıfatlarını bağışlamış bulunduğundan söz edilir. Ve buyrulur ki: "Biz, fazla fazla verdiklerimizden fazla fazla isteriz.” Öyleyse kendisine doğadaki varlıklarda bulunan sıfatların her biri ve yanı sıra onlardan daha öte bir aşamada olmasına öncülük eden akıl ve idrak kuvveti verilmiş olan insanın sorumlulukları da daha fazladır.
İnsan bu sorumluluklarının üstesinden gelebilmek için güçlü olmalıdır olmasına, ama bu gücünü doğru bir yolda sarf etmediği müddetçe, kendisine mukadder buyurulan yüksek kaderini yaşayabilecek midir?
Hz.Abdülbaha'ya göre doğa, insan vücuduna benzer olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla içinde bir bütünlük vardır. Her biri havadaki kendisi için gerekli maddeleri kullanırken, bir yandan da başkası için gerekli olan maddeleri oluşturur. Bundan dolayı Hz.Abdülbaha, doğada karşılıklı bir ilişkinin gerekliliğine değinir ve bu karşılıklı ilişkilerin, varlık âleminin bir bütün halindeki sistemi için elzem olduğunu belirtir. Peki sizce biz bu karşılıklı ilişkide artık "Yalnızca kendi ihtiyacını karşılayıp karşısındakine ihtiyacı olanı değil de kendi beğendiklerini dayatan (alan; ama hiç vermeyen)" konumuna gelmedik mi? Yetişkinlerin çocuklarını kendi beğendikleri mesleklere yönlendirmesi, onlara bıraktıkları doğadan kendi ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra eksilenleri yerine koymaması, artlarında kalan maddi mirasların içinde, yetişmesi bir insan ömrü kadar uzun süren bir ağaç dahi dikmemiş olmaları, vs…
Doğaya pek çok kez ibret almak için bakmalıyız. Nitekim kutsal metinlerde de değinildiği üzere Tanrı, doğadaki varlıkları bize ibret olsun diye yarattığından söz eder. Kendimize ait olduğu savını ileri sürdüğümüz, dahası sahip olmakla övündüğümüz nesneler aslında nereye ait? Yediklerimiz, içtiklerimiz, paramız, mücevherlerimiz... Bunların tümü gerçekten de bize ait değiller. Bizler, Tanrının her bir nimeti tamamladıktan sonra insanı yarattığı bir âleme sahip çıkmakla, onu keyfimizce kullanma hakkına sahip olduğumuzu iddia etmiş olmuyor muyuz? Onun, her bir yaprağı bile ayrı bir itina ile yarattığı şu âleme bir baktığımızda, bu güzellikler adına övünmesi gerekenin insan olmadığını görebiliriz. Tüm bu nimetleri kullanma hakkımız, onları Tanrı'yla kendi aramıza soktuğumuz yerde birer perde haline gelmektedir âdeta! Belki de bizler, bize "emanet" edilmiş olan güzellikleri koruyabildiğimiz noktada övünülecek işler yaptığımızı düşünsek bile, aslında bize mukadder buyurulmuş yüksek kaderimizi yaşatacak görevleri yerine getirmiş sayılmaz mıyız?
Peki, bize bu kadar cömert davranan doğaya karşı biz nasıl bir tutum sergiliyoruz? Ağaçlardaki tüm meyveler bizim, tarladaki tüm bitkiler bizim, denizdeki ve karadaki tüm hayvanlar bizim. Önümüze gelen her şeyi yediğimizin farkında mıyız? Doğadaki her şey bizim için yaratılmış olabilir; ama bu her şeyi yememiz gerektiği anlamına gelir mi? Hz.Abdülbaha bize "tahıl, meyve, yağ; badem ve antepfıstığı gibi kuruyemişler" yememizin yeterli olacağını söylerken biz, dişimizi geçirebildiğimiz her şeyi yiyoruz. Peki ne oldu bizim eskilerden gelen terbiyemize? Ne oldu o av çemberinde kalan hayvanlardan bir kaçının kaçmasına göz yuman ya da meyve ağacında mutlaka birkaç meyve kalmasına dikkat eden, keseceği ağaçtan özür dileyen insanlara? Her doğan çocuğu için birkaç tane kavak ağacı diken insanlar neredeler şimdi? Demiyor mu ki Hz.Musa: "Yarın dünyanın yerle bir olacağını bilsem, bugün bir ağaç dikerdim yeryüzüne." İnsanlar, ortada daha "ekoloji" diye bir kavram yokken böyle yaşıyorlardı. Şimdi eğitim daha ileri iken doğaya karşı daha acımasız davranıyoruz. Hz. Şevki Efendi, doğa kaynaklarının korunumu için çalışan kurumların amaçlarını "soylu amaç" olarak nitelendirmektedir. Ayrıca Yüce Adalet Evi'nin görevleri arasında "Dünyanın geliştirilmesi ve ıslah edilmesi"nin de sayılıyor olması ilginçtir. Ya da Hz.Bahaullah'ın o çok özlediği doğaya her fırsatta giderek uzun yürüyüşler yapması ve şehirleri insan vücuduna benzetirken, doğayı insan ruhu olarak tanımlaması; ilginç olmanın yanı sıra, aslında bize bir mesaj vermektedir….
Doğaya olan saygımızın yavaş yavaş yitmesinin sebebi belki de onu yeterince tanımıyor olmamızdır. Onda yatan gizemleri, ondaki görkemi ve harika düzeni anladıkça, tanıdıkça onu sevmemek ve onun için kaygılanmamak mümkün değildir. Evet; güçlüyüz ve pek çok yetenekle donanmış durumdayız; ama "...hangi eylem olursa olsun, isterse insanlık için en hayırlı bir araç olsun, kötü kullanıma açıktır. Onun doğru kullanımı veya suiistimali, halkın düşüncesinin önderlerinin aydınlanma, kapasite, inanç, dürüstlük, adanmışlık ve yüce gönüllüğünün değişik düzeylerine bağlı” ise eğer, Hz.İsa'nın buyurduğu gibi, eğer erdemli bir insan haline gelmek istiyorsak, yeniden çocuk ruhuna geri dönerek devam etmeliyiz belki de bu evrendeki yolculuğumuza; “onlar kadar saf, fakat bilinçli, onlar kadar dürüst, fakat hikmetli ve onlar kadar iyi niyetli, fakat kendini nefsin kötü telkinlerine karşı koruyacak kadar kendinin farkında olan…."

Tanya Çelebi, Kerem Onat

Hiç yorum yok: